» Kies uw taal
27 MAYIS 12 EYLÜL’E KARŞI

27 MAYIS 12 EYLÜL’E KARŞI

Arslan Kılıç
Yayıncı


TEORİ dergisinin Mayıs/2010 sayısını “27 Mayıs Özel Sayısı” olarak yayımladık. Oradaki, “27 Mayıs: Kemalist Devrim’in 20. yüzyıldaki son atılımı” başlıklı yazıda şu saptama yapılmıştı: ”Bu ay, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 50. yılına gireceğiz. Hiç şüpheniz olmasın, Mayıs ayı boyunca ve özellikle 27 Mayıs haftasına girdiğimizde, liberal etiketlisinden Haçlı irtica “Müslüman”ına, Soros solcusundan Batıcı Kürt milliyetçisine kadar bilumum mandacı-işbirlikçi takımı, holding medyası üzerinden 27 Mayıs’a karşı bir ‘Haçlı Seferi’ düzenleyecektir. Türkçeye dünyanın en güzel şiirlerinin dili olma onurunu kazandırmış büyük devrimci şairimizin dizeleriyle, 27 Mayıs’a karşı, ‘Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla/ Han, hamam, apartıman ve konaklarıyla/ 16 sayfaları, baskı makinaları-tanklarıyla/ Yamak ve yardaklarıyla/ hücuma kalkacaklar’dır”.

 

D. Baykal ve CHP’ye komplo kasetlerinin toz dumanı içinde kamuoyunun dikkatinden kaçtı, ama beklenen oldu. Karşıdevrim cephesi, 27 Mayıs haftasını bile beklemeden hücuma geçti. Fethullah’ın haftalık Aksiyon’u, 27 Mayıs haftasındaki sayısında kullanacağı “saldırı hakkını saklı tutarak”, ateşe daha Mayıs ayına girmeden, Nisan’ın sonunda başladı. Mayıs’ın 1’i ile birlikte ise, Doğuş Holding’in NTV Tarih dergisi, “Hasta demokrasiyi öldüren darbe: 27 Mayıs” ve “liberal-demokrat İslamcı” Haksöz grubunun Umran dergisi, “27 Mayıs’ın gölgesinde siyasetsiz siyaset” kapakları ile ateşe başladılar.¹ Aydın Doğan’ın yayınevi, hazırlığına çok önceden başladığı saldırıda, Nazlı Ilıcak’la saflarda yerini aldı.² Bunları, ortak bir konferansla, Soros beslemesi Helsinki Yurttaşları Derneği ve Türkiye’deki Alman vakfı Heinrich Böll Stiftung izledi.³

KARŞIDEVRİM CEPHESİNİN TEZLERİ
27 Mayıs, 12 Eylül darbesiyle girilen gericilik yıllarında, tarihimizdeki, her renk ve meşrepten karşıdevrimcinin en çok saldırdığı devrimci hareketlerden biri oldu. Bu yazıda, karşıdevrim cephesinin 27 Mayıs’a saldırı tezlerinin başlıcalarını yanıtlayacağız.

Adlarının başında “sol”, “sosyalist”, “emek/emekçi”, “özgürlük”, “demokrasi” vb sıfatlar bulunanlar da dâhil, 27 Mayıs’a saldıranların başlıca tezleri şunlardır:

- 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’den bazı farklılıkları olsa bile, sonuçta onlar gibi askeri bir darbedir; bir askeri harekettir. Askerden gelen her hareket ise, antidemokratiktir, kötüdür; sivil olan her şey, iyidir, demokratiktir.

-27 Mayıs, seçimle gelmiş meşru hükümeti devirmiştir; Türkiye’de hükümetlerin seçimle gelip seçimle gitmesi yerine, askeri darbelerle devrilmeleri geleneğini başlatmıştır. Millet iradesine karşı, toplum inisiyatifine (”sivil topluma”) dayanmayan, tepeden inme bir harekettir. Bu yönleriyle, parlamenter demokrasiye, Türkiye’de Batı (ya da AB) standartlarına uygun bir demokrasinin yerleşmesine zarar vermiştir.

-27 Mayıs, egemen sınıflar arası bir çatışmadır; sanayi burjuvazisi-yüksek bürokrasi ittifakının ticaret burjuvazisi-toprak ağalığı ittifakına karşı bir hareketidir. Ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik alanda birincileri öne çıkaran; egemen sınıflar içi hiyerarşinin en üst basamağına birincileri yerleştirmeyi amaçlayan bir hükümet darbesi idi. Halkın, tümüyle dışında olduğu; çatışan güçlerden biriyle birlikte olmasını gerektirecek bir durumun olmadığı bir hareketti.

27 Mayıs’a yapılan “sol”, liberal, irticai, Kürtçü, vb her kılıktan saldırı, bu tezlerin çeşitli karışımları ve türevleri ile yapılmaktadır.

Bunlar içinde en gerçek dışı olanı ve en ikiyüzlüsü, “Hepsi de askeri darbedir ve antidemokratiktir” yaftalamasıyla, 27 Mayıs’ı 12 Mart ve 12 Eylül’le aynı kefeye koyarak yapılan saldırıdır. Üstelik bunun şampiyonluğunu da, 12 Mart ve 12 Eylül’ü desteklemiş olanlar; bu “our boys” darbelerinin ürünü olan, onların besleyip büyüttüğü unsurlar yapmaktadır. Bu yanardönerliğin “ünlü” temsilcilerinden bazılarını sayalım: 12 Mart ve 12 Eylül’ün şakşakçıları Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak. 12 Eylül hükümetinin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Turgut Özal’ın bürokrasi kadrosunun yıldızı Hasan Celal Güzel. 12 Eylül’ün iktidar yolunu açtığı T. Özal’ın kurye gazetecisi Cengiz Çandar; 12 Eylül’ün romancısı Ahmet Altan; 12 Eylül döneminde “Kenan Evren cennetliktir” fetvasını veren Fethullah Gülen... 12 Eylül’ün “din birleştirici ve lazım” olarak formüle edilip “tarikatlar lazım” olarak uygulanan siyasetinin fideliğinde yetişen T. Erdoğan’lar, A. Gül’ler...

Ama daha da garibi ve acı olanı, 27 Mayıs’a, “sol” adına, “solculuk” adına bunların kuyruğunda saldıranların tutumudur. Bunlar, Türkiye sosyalist hareketinin 1960 ve 70’lerdeki 27 Mayıs değerlendirmelerini; Nazım Hikmet’in, TİP’in, Mehmet Ali Aybar’ın, Hikmet Kıvılcımlı’nın, Behice Boran’ın, (bugün o günlerdeki değerlendirmesinden dönmüş olsa da) Mihri Belli’nin, Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, hatta İbrahim Kaypakkaya’nın, 27 Mayıs’a sahip çıkan, onu olumlayan görüşlerini bir kenara atarak, “insan haklarıcı”-“sivil toplumcu” Batıcı solculuğun kuyruğunda hidayete erip, bugünün “our boys”larıyla ağız birliği etmektedirler.


27 MAYIS’IN 12 MART VE 12 EYLÜL’LE KARŞITLIĞI


27 Mayıs; gençliğin, aydınların, basının, CHP ve CKMP muhalefetinin, DP iktidarının parlamenter faşizme yönelen tutumuna karşı yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti. Daha da önemlisi, başarıya ulaştıktan sonra yaptığı düzenlemelerle, 1960’lardaki, Türkiye tarihinin en büyük, en kitlesel emekçi eylemlerinin önünü açtı. 12 Mart ve 12 Eylül ise, sistemin denetiminden çıkma “tehlikesi” taşıyan kitle mücadelesini zapturapt altına almak amacıyla gerçekleşti.

27 Mayıs’ın sloganı “Hürriyet” iken; 27 Mayıs, “Kahrolası diktatörler” diye bağıran kitlelerin mücadelesinden güç alırken; 12 Mart’ın sloganı, 27 Mayıs Anayasası’nın toplumun bedenine “bol geldiği ve bol gelen elbiseyi (özgürlükleri) daraltmak”tı. 12 Eylül ise, toplumun alt sınıflarına 27 Mayıs’ın sağladığı demokratik hakları, “güvenlik ve huzuru tehlikeye sokan aşırı serbestlikler” olarak ilan etti.

Kendinden önceki dönemle ilgili olarak 27 Mayıs’ın saptaması, “hürriyetlerin yetersizliği ve var olan yetersiz hürriyetlerin bile bastırılıyor olması” idi. 12 Mart’ın saptaması ise, Memduh Tağmaç’ın ifadesiyle, “Toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi geçmesi”, yani “hürriyet fazlalığı” oldu. 12 Eylül diktatörlükte daha da ileri gidip, 27 Mayıs’ın açtığı kanaldan gelişen hürriyetlerin “anarşinin kaynağı” olduğu tezine dayandı.

27 Mayıs, DP iktidarının bastırdığı ve ikide bir tırpan attığı solun önünü açtı; 12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayıs’ın açtığı kanaldan filizlenen sol’a tırpan salladı.

27 Mayıs işçi haklarını ve sendikal özgürlükleri genişletti. 27 Mayıs’ın sağladığı hak ve özgürlükleri kullanarak Türkiye işçi ve sendikacılık hareketi 1960’lı ve 70’li yıllarda tarihinin en büyük atılımını yaptı. 12 Mart ve 12 Eylül ise, işçi sınıfı önderlerini, sendikacıları hapse attı; sendikaları faaliyetten alıkoydu ve kapattı; grev ve toplusözleşmeyi yasakladı. Sendikal örgütlenme, grev ve toplusözleşme haklarını alabildiğine daralttı. TÜSİAD patronlarına, “Şimdiye kadar [27 Mayıs’tan beri] onlar[işçiler] gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde”(Halit Narin) dedirtti.

27 Mayıs, toplumumuzda yeniden bağımsızlık ve yurtseverlik bilincini geliştirdi, sosyalizme alan açtı. Bunlar ise, Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerindeki denetimini zayıflattı. ABD’nin Akdeniz’deki jandarma gücü 6. Filo’nun Türkiye limanlarına ayak basamamasına yol açtı.

27 Mayıs parlamentoda, 1946’dan sonra ABD ile imzalananı gizli ikili anlaşmaların hesabını sordu.* Tepesindeki, Amerikalı nalbant çavuşun parkasını tutan Rüştü Erdelhunları devirdi ve hapse attı.** DP hükümetinin Kore’ye gönderdiği tugayı (hem de ABD’nin karşı çıkmasına rağmen) geri çekti. 12 Mart ve 12 Eylül ise, ABD’nin “our boys” dediklerinin emir-komuta zincirinde gerçekleşti. Türkiye limanlarını tekrar 6. Filo’ya açtı. TSK’nin NATO’ya ve Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığını tahkim etti.

12 Mart ve 12 Eylül’ün generalleri emekli olur olmaz holdinglerde kapılandılar. 12 Eylül’ün beşlisi kendi içinden, “Dünyanın en zengin beş generalinden biri”ni çıkardı. 27 Mayıs’ın liderleri ise, ölünceye kadar, sadece devletten aldıkları emekli maaşları ile ellerinde file, çarşı pazar halkın içinde oldular.


DEMOKRASİ, SİVİLLİK, PARLAMENTER ÇOĞULCULUK VE 27 MAYIS


Yukarıda 27 Mayıs’ın toplumsal-sivil desteğini saydık. Bu destek, 27 Mayıs sadece askeri inisiyatife değil, en az onun kadar sivil inisiyatife de dayandığını göstermektedir.

Ayrıca, “sivil inisiyatifin” DP iktidarınca işlemez hale getirilen en temel mekanizmasını (parlamenter çoğulculuğu ve parlamenter yoldan iktidar değişikliğini) yeniden işler hale getirmiştir. Hatta salt yeniden işler hale getirmekle de kalmamış; DP iktidarının son döneminde örneği görüldüğü gibi, bunların parlamento çoğunluğuna dayanılarak ortadan kaldırılmasının yollarını kapatan önlemler almak suretiyle ,“sivil inisiyatif”in işlemesini daha da sağlamlaştırmış ve güvenceye almıştır. Anayasa Mahkemesi, çift meclis (Meclis ve Senato), yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, idarenin işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olması gibi önlemler, hep, parlamentoda çoğunluğu bir şekilde ele geçiren egemen sınıf kanadının, bu çoğunluk gücüne dayanarak gerek parlamenter alanı, gerekse serbest siyaset yapma kanallarını rakiplerine kapatmasını önlemek için getirilmişti. Almanya’daki Hitler örneği bir yana; bizzat DP iktidarında görülmüştü ki, parlamento ve parlamenter sistem, sadece kumandası askeri olan askeri darbelerle değil; kumandası sivil ve parlamenter görünümlü olan ama zor gücü olarak yine askeri-polisi devreye sokan (başka türlüsü de mümkün olmaz) “sivil inisiyatifler”le de işlemez hale getirilebiliyordu.

27 Mayıs, aynı zamanda askeri inisiyatife (ordunun tepesine) karşı bir isyan hareketidir. “Askeri inisiyatifin”, parlamenter faşist bir diktatörlüğü gerçekleştirmenin gücü olarak kullanılmasına karşı olan, onu bertaraf eden bir harekettir. 27 Mayıs, ordunun tepesindeki 280 generalden, Genelkurmay Başkanı ve Sıkıyönetim Komutanlarını hapse atmış, 240 tanesini de emekli etmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül ise, ordunun Amerikancı tepesinin tabanına karşı hareketleridir. Her ikisi de, yüzlerce genç yurtsever subayı ordudan atmış ve hapse göndermiştir.

27 Mayıs, parlamenter çoğulculuğu korumak ve yeniden işletmekle de kalmamış, onun sınırlarını daha da genişletmiştir. Egemen sınıfların iki kanadı arasındaki 1946 uzlaşmasına dayanan parlamenter çoğulculuğa, orta sınıflar ve emekçi sınıflar da içinde olmak üzere, toplumun daha geniş kesimlerinin dâhil olmasını sağlamıştır. Getirdiği ve “Milli Bakiye” adıyla anılan seçim sitemi, parlamenter çoğulculuğu toplumun alt sınıflarına açan diğer bir demokratik kanal olmuştur. 1965’de TİP, bu kazanım sayesinde parlamentoya girmiştir.

Amerikancı “sivil toplumcu”ların ve neoliberallerin piri olan T. Özal ve “idol”ü olan T. Erdoğan’ların %10’luk seçim barajlı “parlamentoculuğu”nun ve “sivilliği”nin mi demokratik ve çoğulcu; yoksa Anayasasından seçim sistemine kadar, parlamenter çoğulculuğun genişletilmesini ve seçimlerle beliren “millet iradesinin” sonuna kadar parlamentoya yansımasını sağlamış 27 Mayıs’ın mı demokratik, çoğulcu ve sivil olduğunun takdirini vicdan sahibi insanlara bırakıyoruz


27 MAYIS VE BASIN YAYIN ÖZGÜRLÜĞÜ


27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük aydınlanmasının yolunu açtı. O aydınlanmanın önemli bir ayağını, sosyalist aydınlanma oluşturdu. DP iktidarında baskılanmış edebiyat, tiyatro, sinema, müzik başta olmak üzere, sanat ve sanatsal üretim, 27 Mayıs’ın sağladığı özgürlük ortamından ve aydınlanmadan beslenerek 1960’lardaki altın yıllarını yaşadı. Türkiye’nin düşünce ve kültür hayatı çeşitlendi, zenginleşti. Bilimsel araştırma ve yayınlarda patlama yaşandı. Üniversiteler idari ve bilimsel özgürlüklere kavuştular.

12 Mart ve 12 Eylül ise, 27 Mayıs’ın özgürleştirdiği üniversiteleri “anarşi yuvası” olarak damgaladı. Üniversiteleri, Türkiye’nin en kıdemli Amerikancılarından İ. Doğramacı’nın YÖK’ü elinde, dinci kadrolarla doldurdu ve adeta Kuran Kursları’na dönüştürdü. Tarikat ve cemaatlerin önünü açtı. 12 Eylül döneminde, sol, bağımsızlıkçı, yurtsever düşünceler taşıyan bütün yayınlar yasaklanırken, dini yayınlarda patlama yaşandı. Atatürk’ün “Bursa Nutku” yasaklanırken, Fethullah’ın Sızıntı’sının bütün okullara, yurtlara sızmasının önü temizlendi. A. Gül’ler, T. Erdoğan’lar, Fethullah kadroları işte bu gübrelenip sulanan ve çapalanan fidelikte serpilip geliştiler.

DP iktidarının basın üzerindeki kurduğu baskı, Türk basın tarihinin, gazetecilik ve iletişim okulları ders kitaplarında büyük bir bölüm işgal eden en karanlık sayfalarını oluşturur. Sansürlenen sayfalar, kâğıt tahsisi kesilen gazeteler, iktidar veya “büyük müttefik” ABD ve NATO ile ilgili hoşa gitmeyen en küçük haber ve yazı yüzünden kendisini Tahkikat Komisyonu önünde ve hapishanelerde bulan gazeteciler, 1950’li yılların ikinci yarısındaki basın yaşamının adeta sıradan olayları haline gelmişti.
27 Mayıs ise, DP iktidarının hapishanelere doldurduğu gazetecileri, hem de 27 Mayıs sabahının ilk işi olarak özgürlüğüne kavuşturdu. Basın üzerindeki yasaklayıcı, kısıtlayıcı, basın özgürlüğünü daraltıcı yasa ve yönetmelikleri temizledi. Çıkardığı basın yasası ile, basın çalışanlarına büyük haklar sağladı.⁴


27 MAYIS’IN DEVRİMCİ KABARIŞ VE İNİŞLERE BAĞLI YÜKSELİŞİ VE GÖZDEN DÜŞMESİ


27 Mayıs’ın 50 yıllık ömründeki kaderi, tarihteki bütün devrimlerin kaderi gibi olmuştur. Toplumda devrimciliğin, devrimci mücadelenin yükseliş yıllarında yere göğe konmayan 27 Mayıs, gericiliğin egemen olduğu yıllarda geminin bordasından atılmış, üzerinde “darbe, darbe” diye tepinilmiş, lanetlenmiştir. Bugün böyle bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye’de devrim ve karşı-devrim, ikincilerin gücünün ağır bastığı koşullarda, ideolojik ve siyasi bakımdan göğüs göğse bir çarpışma içindedir. Bu çarpışmanın alanlarından biri de 27 Mayıs’tır.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, içerde DP iktidarının baskılarına ve parlamenter faşist bir diktatörlük kurma çabalarına karşı gençliğin, üniversitelerin, aydınların, basının, muhalefet partilerinin (CHP ve CKMP) yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti.

27 Mayıs müdahalesinin hazırlandığı ve gerçekleştiği yıllarda, içerde kitle mücadelesi yükselirken, dışta da dünya çapında devrim dalgası yükseliyor, ezilen dünya ülkelerindeki Bayar-Menderes türü iktidarların başlıca dayanağı olan ABD emperyalizmi geriliyordu. Vietnam’da, Kamboçya’da, Endonezya’da, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Cezayir’de ABD işbirlikçisi ve Batı yanlısı hükümetler ya bir bir devriliyor, ya da büyük darbeler alıyordu.

27 Mayıs içte ve dışta yükselen bu devrimci dalgadan güç alarak gerçekleşirken, kendisi de daha büyük bir devrimci yükselişin yolunu açtı. 1960’lı yıllarda Türkiye, tarihindeki en büyük kitle mücadelelerine sahne oldu.

Bu yılların 27 Mayıs değerlendirmelerine, devrimcilik, tarihsel materyalist gerçekçilik ve bilimsellik damgasını vurdu. Kitle mücadelesinin ve devrimciliğin yükselişte olduğu 1960 ve 70’lerde, 27 Mayıs konusunda Türkiye’nin siyasi fikir hayatında, özellikle de sol’da, aşağı yukarı bir fikir birliği de vardı. Bu fikir birliği, 27 Mayıs’ın, Türkiye’nin yüz yıllık demokratik devrimler mücadelesinin bir parçası; bu anlamda da ilerici ve sol bir hareket olduğu değerlendirmesine dayanıyordu.

12 Eylül darbesi ile girilen dönemde, birçok konuda olduğu gibi demokrasinin içeriği ve askeri ve sivil olanla ilişkisi konularında da, bilimsel ve tarihsel gerçeklikten uzaklaşan büyük bir kavram çarpıtması yaşanmaya başladı.

Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğünün baskısı, dünya çapında devrim dalgasının geri çekildiği ve Batı merkezli emperyalist-kapitalist sitemin yeni bir atağa kalktığı koşullarda yaşandı. Üst üste gelen bu üç olgu, Türkiye sol’u ve aydınları arasında büyük bir ideolojik sağa kayışa yol açtı. Bu sağa kayıştan 27 Mayıs konusundaki değerlendirmeler de nasibini aldı.

2000’lerin ilk on yılı biterken, dünya yeni bir devrimci kabarışa sahne olmaya başlamıştır. Türkiye, bu kabarışı 1920’lerdekine benzeyen bir devrimci durum sürecine girerek yaşamaktadır. Yaşanan ve girilen sürecin diğer sonuçları başka yazıların konusu. Konumuz bakımından sonucu ise, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, 27 Mayıs’ın önümüzdeki yıllarda, toplumumuzun ezici çoğunluğunun gözünde devrimler tarihimizdeki onurlu yerini tekrar alması olacaktır.

Dipnotlar:


¹ Aksiyon, Sayı: 803, 26 Nisan 2010; tarih NTV, Sayı: 16, Mayıs/2010; Umran, Sayı: 189, Mayıs/2010.

² 50. Yılında 27 Mayıs Yargılanıyor, Nazlı Ilıcak, Doğan Yayıncılık, Birinci Baskı, Mayıs 2010.
³ Helsinki Yurttaşlar Derneği ile Heinrich Böll Stiftung’un düzenlediği ve 21-22 Mayıs günleri Bilgi Üniversitesi’nin Santral İstanbul Kongre Merkezi’nde yapılan ”Türkiye'de darbeler tarihinin başlangıcı olan 27 Mayıs 1960 darbesinin 50. Yıldönümünde ‘Darbelerin Türkiye Siyasetine Etkileri Konferansı’”nın ayrıntıları hakkında bkz: Günlük gazetesi, 17 Mayıs 2010. Açılış konuşmasını Prof. Dr. Mete Tunçay'ın yapacağı konferansın konuşmacılarını, mandacılar cephesinin “her marka-her eğilim”den sözcüleri oluşturuyor: Mithat Sancar, Ahmet İnsel, Ülkü Azrak, Osman Doğru, Serap Yazıcı, Turgut Tarhanlı, Ergun Özbudun, Murat Belge, Levent Köker, Tarık Ziya Ekinci, Sezgin Tanrıkulu, İpek Çalışlar, Nazlı Ilıcak, Ali Bayramoğlu, Nadire Mater
*Bu konuda bkz: Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yayınları, 4. Basım, Ağustos 2006, İstanbul.

** 27 Mayıs’ın devirdiği DP Hükümetlerinin Genelkurmay Başkanı R.Erdelhun’u MBK üyesi Şefik Soyuyüce şöyle anlatıyor: “Düşünün ki o zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, o zaman [1954 yılında] 51. Tümende Tümen Komutanı idi. Biz de Ataları Orta Asya’dan, Avrupa’nın ortalarına, Viyanalara kadar at üstünde gitmiş olan bir neslin çocukları olarak, bize Amerika’dan gönderilen katırların nallanmasını öğrenmek üzere kursa tabi tutulmak üzere 51. Tümene çağrıldık. Ağrımıza gitmekle beraber kalktık gittik. Orada çok enteresan bir şey oldu. Bizim oraya gidişimiz öğleyi buldu. Askeri mahfelde –Orduevi demek mümkün- öğlen yemeği yiyeceğiz. Tümen komutanını bekliyoruz. Kumandan masasına oturacak, biz de diğer subaylar yemeğimizi yiyeceğiz. Benim rütbem daha üsteğmen. Biraz sonra Tümen komutanı geldi. Yanında parkalı bir kişi var. Bu bize katırların nallanması kursu gösterecek Amerikalı çavuş.

Bizim Tümen Kumandanı ile beraber kapıdan girdi, bir vestiyer vardı girişte. Tümen Komutanı Amerikalı çavuşun parkasını aldı ve vestiyere kendisi koydu. Bu bi-zi son derece yaraladı. Bununla da kalmadı, Amerikalı çavuşla beraber General aynı masayı paylaşarak yemek yedi. Bu da bizi son derece yaraladı. Amerikan ordusunda da böyle bir kural, böyle bir gelenek yok. Bir çavuş bir generalle oturamaz. Subayla bile oturamaz. Bizim generalimiz hem de bir nalbant çavuşu ile -nalbantlığı hor gördüğüm için söylemiyorum- kendini aynı düzeyde tutuyor, ama bizde bir hiyerarşi var. Yemek yendi. Ama kendi aramızda ‘Ne biçim mantık?’ diye söylenmeye başladık. Yemek bitti, kumandan kalktı, biz de kumandana saygı için hep beraber ayağa kalktık. Gitti vestiyerden parkayı aldı, tuttu bizim General Amerikalı çavuşa giydirdi. Anladık ki biz, generallerimiz bizsiz haklarımızı savunacak mertebede insanlar değilmiş. Büyük üzüntüye kapıldık.” (Gazeteci N. Çavdar’ın, 7-8 Nisan 2001 günü Ankara’da İP’nin düzenlediği “Halkçı-Devletçi Ekonomi Kurultayı”na katılan Şefik Soyuyüce ile kurultay salonunda yaptığı söyleşiden; bkz: Necati Çavdar’la Ufuk Turu 1 içinde “Beyaz İhtilal’den Darbeye: 27 Mayıs”; kendi yayını, 2003, Ankara)

Bu konuda geniş bilgi için bkz: Naim Tirali, Karanlığa Işık Tutmak, Yön Yayıncılık, Birinci Baskı, Temmuz 2000, İstanbul. Vatan gazetesinin ortaklarından ve yazarlarından olan edebiyatçı (öykücü, denemeci), CHP eski Giresun Milletvekili Naim Tirali, 1959 yılında Vatan’da Başbakan A. Menderes’le ilgili Amerikalı bir gazetecinin yolsuzluk ima eden bir haberini yayımlamak nedeniyle cezaya çarptırılıp hapse atılır. N. Tirali ile birlikte gazetenin Yazı İşleri Müdürü Selami Akpınar da cezaya çarptırılır ve tutuklanır. 2000 yılında, 27 Mayıs’ın 40. yılında, kendisi ile Ulusal Kanal’da yaptığımız söyleşiye Tirali şöyle başlamıştı: “Bugünlerde basında 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül’ü bir tutan çok sayıda yazıya rastlıyorum. Bu büyük bir yanılgı ve yanlıştır. Bu yanlışı gazetecilerin yapması ise, vahimdir. 27 Mayıs, başta ben olmak üzere, gazetecileri hapishaneden çıkardı; 12 Mart ve 12 Eylül ise, sayısız gazeteciyi hapse attı. Bir tek bu bile 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül’ün birbirine zıt hareketler olduğunu ispatlamaya yeter. Her üç askeri hareketi de yaşamış bir gazeteci olarak şunu söyleyeyim ki, hiç kimse bana, cezaevine atılmış bütün gazetecileri hem de ihtilal sabahı hapishaneden çıkaran 27 Mayıs ile gazetecileri cezaevine dolduran 12 Mart ve 12 Eylül’ü aynı kefeye koyduramaz. 27 Mayıs’ın basın mesleğine sağladığı diğer hak ve hürriyetleri ise, hiç saymıyorum. İsteyenlere o günlerde bu konuda yazdığım makaleleri gönderebilirim”.

Arslan Kılıç
Teori Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Odatv.com

 

 


Yorumlar

Henüz yorum eklenmedi.

Yorum ekle



Alttaki harf ve rakamları giriniz.




IP adresiniz güvenlik açısından kayıt ediliyor. (44.201.64.238)


Arama

Yazar

Akıllı Tasarım - Evrimsel Tasarım

Akıllı Tasarım - Evrimsel Tasarım

“ En büyük tehlike akılsızlığı, akıllılık olarak…

Yazının devamını okuyun »»

Quisling (Kisling) Hükümeti

Quisling (Kisling) Hükümeti

Yılmaz Çalışkan HADD Genel Başkanı  Bay (Vidkun) Quisling Norveçli…

Yazının devamını okuyun »»

SİZİN İçİN SEçTİğİMİZ